Sonra Onlar döndüler gittikleri yerden. Birer birer çıktılar saklandıkları deliklerden. Karşıma geçtiler ve "Yarım bıraktığımız işi bitirmeye geldik" dediler. Sakin olmaya çalışarak zaten onları bekliyor olduğumu söyledim. Buna hiç şaşırmadılar çünkü onlar giderken arkalarından baktığımı biliyorlardı. Bir gün geri döneceklerini bildiğim gibi.
Önce gözlerimden başladılar. Görmemi istemedikleri öyle çok şey vardı ki. Nasıl lüzumsuz, nasıl anlamsız buluyorlardı onları. Onlara kalırsa bu dünyada benim görmem gereken hiçbir şey yoktu. Ve de asla olmayacaktı. Bana, gözlerimin içine baktıklarında kendilerini görmek istiyorlardı; onların birer aynası olmamı. Zaten kendilerini orada görememeye başladıkları gün karar vermişlerdi bana ne yapmaları gerektiğine. Bu onlar için uzun bir yol olacaktı ancak çok işe yarayacaktı.
Bir gün beni soğuk bir odaya kapattılar. Etrafı kirli taşlarla çevrelenmiş, gri bir oda. Orada günlerce ışıksız ve çırılçıplak kaldım. İçi o kadar soğuktu ki, sık sık ayaklarımı duvarlara dayayıp yatıyordum, böylece ayaklarım uyuşuyor ve az da olsa sıcak bir karıncalanma hissiyle ısınıyordum. Kısa, çok kısa bir an kendimi evimde hissediyordum. Evde, odamdaki yatağın üzerine uzanmış, tertemiz örtülerin arasından duvarlara bomboş bakarken... Gözlerimi olması gerektiği gibi kullandığım günleri anımsıyordum. Deniz kıyılarında, iki yanı ağaçlarla kaplı gölgeli yollarda saatlerce yürüdüğüm ve etrafımda olup biten her şeyin mükemmelliğine bakakaldığım günleri... Aslında gerçekten ne olduğumu bildiğim günleri... Daha Onlar yoktular ve zaman böylesi hızlı akıp giden kıymetsiz bir şey değildi. Benim de ait olduğum bir yer, bir ev vardı. Kimsesiz, korunmasız değildim. Öyle olmadığımı sanıyordum. Benim de arkamda duracak birileri olur diyordum; arkadaşlar ne içindi? İnanır mısınız yuvalarını ufak bir tekmeyle dağıttıktan sonra etrafa kaçışan karıncalar gibi dağıldı hepsi: arkadaşlarım ve kendilerince haklı bir anlam yükledikleri arkadaşlık anlayışları...
Çocuklar gibi sevindiğim günler oldu. Beni mutlu ettikleri, kendimi affettiğim anlar... Onlara kızmıyordum hiç; alıp veremediğim kendimleydi. Sanki kendime azılı bir düşman yaratmıştım da onunla savaşıyordum. Kendi ellerimle kendimi kana buluyordum. Kendimden nefret ediyordum. Onlar ise kutsaldı; erişilmesi güç kutsal varlıklardı. Göz alıcı mabedlerinde yaşıyor ve birbirlerine davetler veriyorlardı. Birbirlerini bağışlıyorlardı. İyi yetiştirilmiş güçlü atlarıyla uzun yolculuklara çıkıyor, şehir şehir, ülke ülke geziyor, sınırsızca para harcıyorlardı. Cepleri, çantaları altınlarla, kıymetli taşlarla, mücevherlerle doluydu. Öyle korkusuz ve endişesiz görünüyorlardı ki. Sanki bir gün hiç bitmeyecekmiş gibi sahip oldukları... Tükenmeyecekmiş gibi hiçbir şey... Sona ermeyecekmiş gibi yaşıyor oldukları şeyin tadı... Gözleri korkusuzca bakıyordu. Olabilecek her şeye hazırlarmış gibi. Yolda karşılarına çıkacak her türlü engele göğüs gerebilecek, gerekirse dövüşecek ve onları soymaya çalışacak haydutları, onları öldürmeye teşebbüs edecek azılı katilleri alt edebileceklermiş gibi. Hepsi birer kahramandı. Ne olduklarının farkında olan 'mütevazi' kahramanlar...
İçinden belli bir zamanın aktığı, akıp kaybolduğu, eriyip hiçliğe karıştığı, bir var bir yokmuş olduğu hikayeler okurduk beraber. Onlar nabzımı ölçerlerdi, kalp atışlarımdan cümleler kurarlardı kendilerine. Beni anlayabilmek, beni başkalarına anlatabilmek için değil. Yalnızca eski bir alışkanlıkla yaparlardı bunu. Sargılarla sararlardı ellerimi, kanayan yaralarım varmış gibi. Göz yumardım. Bana ne yapılırsa, razı gelirdim. Onlar, güvenin kaynağındaydılar çünkü. Güven, küçücük bir göle dökülen bir parça şavklı suyun çıkıp geldiği yer gibiydi. Berraklığına ve saflığına emin olduğunuz bir şeydi. Duyardım. Ve suyun saflığını duyumsardım. Yanılgıya düşmeden evvel ve koparılmadan önce beni onlara bağlayan kökler, ben hepsine güven duyardım.
///
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder